BASINA VE KAMUOYUNA
Bu yıl İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1948 yılında kabul ve ilan edilişinin 74. yıl dönümü..
“Yaşayan Sözleşme” olarak anılan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, tüm insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı özgür, onurlu ve haklar bakımından eşit doğduğunu ilan etmektedir. Buna göre “herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir” denilerek tüm insanlığın hak ve özgürlükleri güvence altına almıştır.
74 yıl sonra bugünü bir "Hak ve Özgürlükler Bayramı" olarak kutlamak isterdik; “geçen yıldan bu yana ülkemizde yeni hak ihlalleri yaşanmadı, en azından yaşansa da üstüne titizlikle gidildi ve tekrar etmemesi için gereken tüm adımlar atıldı” demek isterdik...
İsterdik diyoruz, çünkü bulunduğumuz nokta bu isteklerimizden çok uzakta!
Ne yazık ki halen,
* Çocuk istismarı,
* Şiddet ve kadın cinayetleri,
* İş cinayetleri,
* Yargı üzerindeki baskı,
* Cezaevlerinde kötü muamele,
* Basın emekçileri üzerindeki baskı,
* Mülteci Sorunları,
* Kurumlar üzerindeki siyasi vesayet,
* Siyasi baskılar ve saymakla bitmeyen birçok hak ihlali devam etmektedir.
Ne yazık ki, hak ve özgürlükler alanında Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir zaman ihlaller bu kadar kurumsallaşmamıştı. İleri demokrasi söylemlerinin her konuşmaya sığdırıldığı, sözde insan hakları eylem planlarının konuşulmaya başladığı bu dönemde, söylemler ve gerçekler arasındaki bariz farklılıklar, insan hakları ve demokrasinin içselleştirilmemiş olması ve yapılan düzenlemelerin “- mış gibi yapmak“ anlayışından kaynaklanmaktadır.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tanınmadığı; Anayasamıza göre kanun hükmünde sayılan Uluslararası Sözleşmelerden bir gecede tek bir kişinin buyruğu ile hukuksuzca ayrılışlar; Yasa yapma tekniğinden uzak, toplumsal uzlaşı ve tartışmaya kapalı, paketlere indirgenen yasama faaliyetleri devam ederken, özüne dokunulmadan ancak kanunla sınırlanabilecek temel hak ve özgürlüklerin, yürütme organının çıkardığı genelgelerle sınırlanmaya çalışıldığına şahit olmaya başladık.
Gelinen noktada belirtmek isteriz ki, Yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin etkisizleştirilmesini, çoğulcu demokrasiden çoğunlukçu anlayışa geçişi ve yaratılan kutuplaşma ortamını kabul edilemez buluyoruz.
Hak ve özgürlükler alanında refahı sağlayacak tedbirleri almak, devletlerin yükümlülüğüdür. Ancak ülkemizdeki mevcut iklimde, yükümlülüklerin yerine getirilmesi bir yana, toplumsal kutuplaşmayı oluşturan adımların atılıyor olması hepimiz adına kaygı vericidir. Siyasi parti ve devlet yönetiminin birbirinden ayrılarak, hukuki güvenin bir an önce sağlanması gerekmektedir. Kamuoyunun beklentisi de bu yöndedir.
Hak ve özgürlük alanlarını genişleten, insan hakları ihlallerine karşı temel bir güvence olan, çoğulcu, yeni ve demokratik bir sistemin mutlaka hayata geçirilmesi ihtiyacı açıkça ortadadır.
Avukatlık Kanunu'nun 95. maddesi Barolara "hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak, bu kavramlara işlerlik kazandırmak" görevini vermiştir. Bu sorumluluğun gereği olarak İnsan haklarına dayalı, temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olduğu demokratik bir ülke için siyasi iradenin sivil takipçisi olmak zorundayız.
Bu aşamada önemle belirtmek isteriz ki, bizler çocuk istismarı vakalarında “çocuğun rızası” şeklindeki akıl dışı beyanların, iş kazalarında “fıtrat” masallarının normalleştirilmesine de asla izin vermeyeceğiz.
Eskişehir Barosu İnsan Hakları Komisyonu olarak; 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü vesilesiyle Dünya’da ve Türkiye'de insan hakları ihlallerinin olmadığı, insan onuruna saygının egemen olduğu ve toplumsal barışın hakim olduğu bir toplum düzeninin oluşturulmasını temenni ediyor, barışın ve kardeşliğin hakim olacağı güzel günler için yılmadan, cesaretle mücadele etmekten vazgeçmeyeceğimizi tüm kamuoyu ile saygıyla paylaşıyoruz.